12 Angry Men (1957) — Film İncelemesi

Salvatore Guiliano
5 min readSep 15, 2019

--

Aslında çok daha uzun ve detaylı bir incelemeyi hakkediyor. Fakat dergi şartları gereği 4000 karakter sınırına takılıyoruz. Sitede profilime girerseniz daha uzun halini orada görebilirsiniz.

“Varsayalım yargılanan sendin, sen ne yapardın?”

Amerikan sinemasının nadide bir örneği olsa da tam olarak “Hollywood yapımı” ihtiyaçlarını karşılamayan sinema tarihinde düşük bütçeli yapımların harika işler yapması olgusunun her defasında verilen ilk örneği: 12 Angry Men.

1950’ler… Amerikan sinemasının peak yaptığı bu dönem aslında günümüze kadar olan yapı taşlarının (dahi) temelinin atıldığı bir dönem. Muazzam paralar ile yapılmış yapımlar, sinemaskop filmler, olağanüstü kadrolu filmlerde oradan oraya atılan baş rollerin macera filmleri, müzikalden Western’e yeni yeni bir çok türün üstün başarılar elde ettiği, aksiyon filmlerinin kıvılcımlarının atıldığı bu dönemde Sidney Lumet belki de harika bir senaryo ve ondan aşağı kalmayan bir yönetmenlikle aslında o kadar para harcamadan da, filmleri yıldız oyuncu çöplüğü yapmadan da müthiş işler yapılabileceğini kanıtlıyor.

Jeneriğinde kullanılan yazı tipi dahil o zamana kadar Hollywood’da görmediğimiz bir biçim. Ve şahsen, sinema dünyasında bir
mucizeye tanık olmak diye nitelendirdiğim bu filmi naçizane incelemeye
çalışacağım.

Film aslında Reginald Rose’un bir tiyatro oyunundan uyarlanma. Ve bir cinayet davasında 12 jüri üyesinin sanığın geleceğini belirlemek adına toplandıkları bir odada geçiyor. Filmin konusundan uzunca bahsetmeyeceğim. Zaten bu yazıyı okuyorsanız filmi izlemiş olduğunuzu varsayıyorum.

Sidney Lumet’în ilk filmi özelliğini taşıyor bu film. Ve ilk yönetmenlik
deneyiminde böyle bir film çekmiş olması hayranlık uyandırıcı.

Film, seyirciyi de işin içine katmak için daha önce kullanılmamış bir yöntem deneyerek hakimin: “… Kararınız ne olursa olsun oy birliği ile alınmalıdır. Sanığı suçlu bulmanız halinde yargıçlar sanığın affına asla karar veremezler. Bu davada idam cezası zorunludur. Büyük bir sorumlulukla yüz yüzesiniz. Teşekkürler beyler.” demesiyle başlıyor. Burada her ne kadar jüri 12
kişi olsa da film boyunca izleyen ile beraber bu repliğin yardımı ile jüri sayısı 13'e çıkıyor.
Ve olay örgüsünün işlenişi ile beraber biz izleyenler de o odadaki 12 adam kadar kararsızız. Bana göre filmin tek bir olumsuz yorum dahi almamış olmasının nedeni aslında seyircinin filmi fazla sahiplenmesi. Çünkü o 12 jüri karar verip gittiğinde seyirci de onlar da çocuğun suçsuz olup olmadığını bilmiyor ve hatta seyircinin fikirleri de 12 jüri üyesinin kanıt sunduğu savlara göre değişiyor. Burada biz de bir jüri üyesi oluyoruz ve film bittiğinde biz de bir mola verme ihtiyacı duyuyoruz. Belki de filmin ruh tahlillerinden öte bir başarısı da seyirciyi filme bu kadar katabilmesi olsa gerek. Hem de pek fazla bir şey yapmadan.

11 jüri üyesi, kendince haklı sebeplerden ötürü ve aslında filmin temalarından biri olan önyargı duygusunun üst egolarında yer etmesi hasebi ile direkt olarak idam cezası lehine tavırlarını ortaya koyarken sadece 8 numaralı jüri üyesi (Henry Ford — Davis) sanığın suçsuz olduğu yönünde tavır koyuyor. Ve ilginç bir ayrıntı olarak filmde beyaz takım elbise giyen tek jüri üyesi de sanığın suçsuz olduğunu savunan 8 numaralı jüri üyesi. Aslında burada önemli bir nokta da 8 numaralı jüri üyesinin babasını öldürdüğü öne sürülen çocuğun suçsuzluğunu savunmasından çok, onun gecekonduda yaşayan bir Latin Amerikalı olmasının babasını öldürdüğüne bir kanıt olmayacağını savunması ki filmin felsefesinin çıkış noktası da bu dirayetten sonra başlıyor zaten. 8 numaralı jüri üyesinin beyaz takım elbise ile bir aydınlığı temsil etmesi ve diğer 11 jüri üyesinin sadece dogmalara dayanarak yeterli kanıt olmadığını bildikleri halde insanların temel içgüdüsünü temsil etmesi ve ortada ise bir kişinin hayatı. Aslında 8 numaralı jüri üyesi onlarda sadece ufak bir şüphe uyandırıyor fakat diğer jüri üyeleri bu sorgulamanın kendi dogmalarıyla çeliştiğini düşünüp direkt olarak belki de insanın evrimsel açıdan ilk geliştirdiği savunma mekanizmalarından biri olan sinirlenme duyguları ile beraber bir şekilde o aydınlığı da kendi karanlık taraflarına çekmeye çalışıyorlar. Ve ortaya eşsiz diyaloglarla bezenmiş bir karakter eleştirisi ortaya çıkıyor.

Davis bir anda etrafında hepsi de farklı açıdan kendine bakan 11 tane kapalı kapı buluyor. Bu kapalı kapıların aslında ne kadar sert olduğuna dair filmde muazzam bir sekans var. Şöyle ki; filmin başında havanın (buradaki bir ayrıntıya ilerleyen kısımlarda değineceğim) ne kadar bunaltıcı olduğunu görüyoruz ve vantilatör de çalışmıyor, vantilatörün çalışmamasını (hiçbir uğraş vermeden) “çalışmaz herhalde” diyerek vantilatöre bile önyargı ile yaklaşmış insanlar var Davis’in karşısında (bu sekansı başa koymaları da bir nevi seyircinin odadakilerin kimliklerini filtreleyerek çevresindeki insanlarla direkt eşleştirmeleri istenmesi). Sonuçta tesadüfen vantilatörün bozuk olmadığını öğrenirler. Aslında her ne kadar seyirciyi de içine katan bir film olsa da seyircinin seyirci olduğunu unutmadan filmin felsefesini seyirciye aktarabilmek adına yapılmış ve üstünde de durulmuş bir sekans.
Bu sahnenin anlamı bu yüzden oldukça fazladır. Gerçekten filmdeki harikulade ayrıntılardan biri de bu. Sidney Lumet, vermek istediği mesajı minimalist bir bakış açısıyla çok yerde güzel akıl oyunları ile veriyor. Ve sonuç olarak Davis yılmadan 11 kişiyle birden önyargılarını kırmak adına savaşıyor. Jüri üyelerinin zaten ellerinde geçerliliğini koruyan bir kanıt yok. Hepsinin de o çocuk hakkında bilinçaltlarına işlemiş bir fikirleri var ve sadece bu fikirlerinden ötürü onu idama yolluyorlar. Davis’in işi, eğer ellerinde kanıtlarla gelen 11 kişiye karşı olsaydı yüksek ihtimalle çok daha kolay olurdu. Bunu yine Sidney Lumet’in bir jüri üyesi için Davis’e söylettiği: “O sizi duyamaz. Hiçbir zaman da duymayacak.” repliği ile anlıyoruz. Ve film eşsiz bir anlatımla beraber hakikaten ender görülebilecek oyuncu performanslarıyla karakter tahlilleri yapa yapa ilerliyor. Bunları yaparken de hiçbir zaman seyirciyi elinden bırakmıyor. Şöyle ki; bir sahnede kendisine yöneltilen: “Zamanımızı boşa harcıyorsunuz.” sözlerine karşı: “Varsayalım yargılanan sendin ne yapardın?” demesi seyirciyi Davis’in yanına
çekerken “… peki sen fikrimizi değiştirdin suçsuz dedik ve çocuk babasını gerçekten bıçaklamış buna ne dersin?” demesiyle beraber seyircinin de kafasında bir soru işareti belirmesinde hatta artık sinirlenmeye başlamasında etkili oluyor. Gerçekten tarihte pek çok işi böyle güzel harmanlayıp sunabilen film sayısı çok çok az. Filmdeki diğer bir ayrıntıda hava koşullarında saklı. Çok sıcak ve bunaltıcı bir gün olduğunu filmdeki sahnelerden anlıyoruz. Fakat filmin ilerleyen dakikalarında yeniden yapılan oylamada bu sefer bir eşitlik söz konusu oluyor ve hemen ertesinde sessizlikle beraber havanın da değiştiğini görüyor, yağmurun yağdığını duyuyoruz. Ve sonraki sahne geçişinde artık Davis’in adaleti iyiden iyiye ön plana çıkarttığına şahit oluyoruz. Sidney Lumet’ten yine bir usta dokunuşu.

Film bittiğinde ise sadece 2 kişinin ismini biliyoruz. Bunlar 8 ve 9 numaralı juri üyeleri. Bir nevi kahramanlar. Sidney Lumet karakterlerinin başarısını sadece onların isimlerinin bilinmesi ile ödüllendirmiş. Ya da belki anlatmak istediği şey Dunning Kruger sendromundan muzdarip 10 kişinin karşısında sadece kahramanca baş eden bu iki kişinin adının bilinmesini hak ettiğidir.

Film, tek bir odada, seyirci ile beraber 13 kişinin Henry Ford’un harikulade
oyunculuğu ile birlikte bir çırpıda bitiveriyor. Filmdeki tek bir siyahi jüri üyesinin olmaması ve yargılanan çocuğun Latin Amerikan olması da aslında o dönemin Amerikası ile ilgili oldukça güzel analizler yapılabilmeye kâfi.
Söyleyecek sözü olan ve harika bir felsefesi olan bir film. Bir başucu eseri.

--

--